TÜRKLERLE ARAPLARIN HİKAYESİ
Kavm-i Necib
Abbasîler, Türklerden askerî birlikler ve bunlar için de Samarra gibi şehirler kurdular. Savaş kabiliyeti yüksek olan Türkler, orduda yüksek mevkilere getirildiler. Bu da, Türk topluluklarının İslâmiyet’e ısınmasına sebebiyet verdi. X. asra gelindiğinde, Türklerin tamamı, İslâmiyete girmişti.
XI. asırda Bağdad’ın Şiîler tarafından işgali üzerine, Abbasî halifesi, Selçuklu Sultanı’ndan yardım istedi. Sultan Tuğrul, Bağdad’a girerek halifeyi Şiîlerin elinden kurtardı; halifenin kızıyla da evlendi. Türkler, artık Müslümanların yeni lideri olarak tarih sahnesinde mevki elde ettiler. Selçuklu İmparatorluğu, Kuzey Afrika hariç bütün Arap beldelerine hâkim oldu; yıkıldıktan sonra da bu beldeleri ve Mısır’ı Türkler idare etti.
1516’dan itibaren bütün Arap toprakları, Osmanlıların eline geçti. Osmanlılar, İslâm dünyasında büyük bir itibar kazandı. Diğer Müslüman unsurlar, İslâmiyete yaptıkları hizmetlerden ötürü Osmanlılara minnet hissettiler. Arap âlimleri, Osmanlıların İslâmiyete hizmetlerini anlatmak üzere müstakil eserler kaleme aldı.
Müslüman halklardan birbiriyle en çok iç içe girmiş olanı Türklerle Araplardır. Bugün Arapların çoğu İslâm dünyasındaki ezilmiş, sinmiş hâlin, Türkiye sayesinde yok olacağına; tabiri caizse "yiğidin düştüğü yerden kalkacağına" inanmaktadır...
Türklerle Arapların münasebeti asırlar öncesine dayanır. Müslüman Araplar, 705’ten itibaren Türk beldelerini fethe girişti. 751 senesinde, Çinlilerle yaptıkları Talas Savaşı’nda, Türkler, Arapların safında çarpıştı. Bu ittifak, aralarında bir yakınlık doğurdu. Türkistan’daki Türk prensleri, ardından da halkları kitle hâlinde Müslüman oldu.
Türkler de, Hazret-i Peygamber’in kavmi olduğu ve Kur’an-ı kerim lisanı konuştuğu için Araplara değer vermiş; Kavmü Necibi’l-Arab (Soylu Arap Kavmi) diye anmıştır. Arapları, vatandaşlıktan da öte ‘din kardeşi’ kabul etmiş; Arap beldelerini sömürge değil, vatan toprağı olarak görmüştür.
Arap dünyasında bilhassa iki Osmanlı padişahının müthiş itibarı vardır. Birisi İstanbul’u fethederek Hazret-i Peygamber’in müjdesine kavuşmuş olan Fatih Sultan Mehmed; ikincisi de Filistin’i ne pahasına olursa olsun Siyonistlere teslim etmeyen Sultan II. Abdülhamid’dir. Orta Doğu’da Cuma hutbelerinde Filistin’in anılmadığı, dolayısıyla Sultan Hamid’den minnetle bahsedilmediği gün neredeyse yoktur.
Arkadan vuran kim?
Araplar, 4 asır Osmanlı hâkimiyetinde sulh ve sükûn içinde yaşadılar. 1908’den sonra Jön Türklerin iktidarı ele geçirmesiyle, ülkedeki Türk olmayan unsurlar tedirgin olmaya başladı. Bunu fırsat bilen emperyalist güçler, bunlar arasında milliyetçilik tohumları ektiler. Araplar da bundan nasibini aldı. İttihat ve Terakki Partisi, Arapça konuşma ve yazışmayı yasakladı. Arap çocuklarının Türk mekteplerine gitmesini mecbur tuttu. Bu gibi menfi icraatlar, Arap milliyetçiliğini besledi.
I. Cihan Harbi sırasında İttihatçı Suriye Vâlisi Cemal Paşa, umumi af çıktığı hâlde, önceki faaliyetlerinden ötürü Arap milliyetçilerini ibret olsun diye suçlu-suçsuz ayırmadan Lübnan’da idam ettirdi. Bunun üzerine Osmanlıların otonom Mekke valisi Şerif Hüseyn Paşa, 1916’da hükümete nota verdi. İttihatçılar bunu isyan sayıp üzerine asker gönderdiler. Araplar, dönüşü olmayan yola girmişti. ‘Denize düşen yılana sarılır’ atasözü gereğince, istiklâl mücadelelerinde İngilizlerden medet umdular. İngiltere de bunu fırsat bildi. Şerif’e Suriye, Irak, Filistin, Yemen ve Arabistan’ı içine alan büyük bir Arap İmparatorluğu va’detti. Halbuki gizli anlaşmalarla Suriye, Fransa’ya, Irak, İngilizlere, Filistin, Yahudilere söz verilmişti.
Savaş bitince, Şerif’e verilen sözler tutulmadığı gibi, kendisi Kıbrıs’a sürgün edildi. Yalnızca Irak, Şerif’in bir oğlu Faysal’a, Ürdün ise diğer oğlu Abdullah’a verildi. Arabistan ve Hicaz, İngiltere’nin yeni müttefiki İbnussuud’a düştü. Böylece Arap beldelerinin tamamı, İngiliz ve Fransızların sömürgesi hâline geldi. II. Cihan Harbi’nden sonra mıntıkadan çekilirken de, geride sosyalist diktatörler veya kendilerine muhtaç güçsüz devletçikler bıraktılar. Türkiye’de 1920’lerden beri ileri atılan, “Pis Araplar! Bizi arkadan vurdular” sloganının benzerini, yeni kurulan Arap ülkelerinde iktidarı ele geçiren diktatörler, ‘Türkler, Arapları sömürdü’ şeklinde yürüttüler.
Aklı başında kimseler bu propagandalara inanmadılar ama İslâm birliği ideali bundan zarar gördü. Bir Mısır dışişleri bakanının “Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ile tesbih tanesi gibi darmadağın olduk” sözü çok mânâlıdır.
Her şeye rağmen Arap dünyasında Türklerin ayrı bir kıymeti vardır; Bu, Osmanlıların, İslâmiyete olan bağlılık ve hizmetlerinden dolayıdır. Müslüman halklardan birbiriyle en çok iç içe girmiş olanı Türklerle Araplardır. Beraber geçen uzun bir mazi, iki halkı birbirine ayrılamayacak kadar yakınlaştırmıştır. Haleb’den Yemen’e, Fas’tan Basra’ya kadar bütün bir Arap coğrafyasında, memuriyet veya herhangi bir sebeple yerleşip de, imparatorluk dağılınca burada kalanlara rastlanır. Anadolu halkı arasında da damarlarında Arap kanı dolaşan az değildir.
Şimdi hem Türklerin, hem de Arapların dünyasında işler yavaş yavaş normale dönmektedir. Araplar bugün, sınır, pasaport ve gümrüğün olmadığı, ayyıldızlı Osmanlı pasaportuna şapka çıkarıldığı günleri özlüyor. Arapların çoğu, İslâm dünyasındaki ezilmiş, sinmiş hâlin, Türkiye sayesinde yok olacağına; tabiri caizse ‘yiğidin düştüğü yerden kalkacağına’ inanmaktadır...